“Neden mi özyönetim? Çok basit: çünkü biz, katiller, hırsızlar, tecavüzcüler, tacizciler tarafından yönetilmek istemiyoruz. Bu kadar!”.
Barış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısıyla bir araya gelen yüzün üzerinde emek ve meslek örgütünden, siyasi partilerden, demokratik kitle örgütlerinden kadın örgütlenmeleri, feministler bir kampanya başlattı. Türkiye’nin dört bir yanından binlerce kadın imza verdi, en az bin kadın oturma eylemine katıldı, yüzlerce kadın dört bir yandan otobüslere atlayıp “Ölümden değil, yaşamdan yanayız” diyerek Amed’e yola çıktı. Öyle ki, otobüslerden indiğimizde, zılgıtlar eşliğinde kız kardeşlerimizle birbirimize kavuştuğumuzda bir kadın arkadaşa hangi şehirden geliyorsun diye sorduğumda, “ben Hollanda’dan geldim” diyordu.
Yüzlerce kadın… Bu devletin ablukaya aldığı şehirde bir araya geldiğimize göre, ortak acılarımız, ortak özlemlerimiz, ortak düşlerimiz vardı. Yüzlercemiz, birdik Amed’de zılgıtlar atarken.
Zılgıtlarımız direnişe selamdı. Ceberrut devletin, tüm ideolojik aygıtlarıyla, tüm savaş aygıtlarıyla çöktüğü bu şehirde (şehirlerde), teslim olmamış, olmayacak bir irade vardı. Üzerimize batıda-doğuda önce usul usul, Temmuz’dan bu yanaysa tüm ağırlığıyla çökmüş bir faşizm vardı ve buna karşı “aslında devlet çoktan kaybetmiştir” diyen bir halk vardı. Amed sokaklarında direnişin sesi yükselirken, bir duvar yazısı özellikle dikkat çekiyordu “Başkaldırıyorum, öyleyse varım!”.
Kadınlar olarak, hayatımızın her anında devletin, erkekliğin somut tarifi olarak gösterilebilecek hükümetin baskılarına ek olarak “küçük devletçik”lere maruz kalırken, militarizm, milliyetçilik ve erkekliğin yoğunlaştığı savaş dönemleri nefes almamızı imkansız hale getiriyor. Hele ki savaş bölgesinde üzerinize bombalar, kimyasal silahlar yağdırılırken. Taybet İnan oluyorsunuz, devlet tarafından katledilmiş bedeniniz, sokak ortasında günlerce bekletiliyor, çocuklarınız izlerken; Melek Apaydın oluyorsunuz, evin için kahvaltı hazırlarken öldürülüyorsunuz; Rozerin Çukur oluyorsunuz 16 yaşında, mahallenizi korumaya çalışırken katlediliyor ve cenazeniz sizi sevenlerce alınamıyor; Selamet Yeşilmen oluyorsunuz, hamileyken kapı önünde vuruluyorsunuz; Ekin Wan oluyorsunuz, hem kadın hem de direnişçi olduğu için erkek devletçe iki defa nefret edilen, öldürmek yetmiyor öfkelerini dindirmelerine belli ki, bir de bedeni çırılçıplak teşhir ediliyor… Dahası buzdolabında bekletilen bedenler, bu koşullarda güçleşen fiziksel ve psikolojik sağlık, zorunlu göç, artan şiddet…
Tacizci ve tecavüzcüleri her daim koruyan, ne giydiğimizden, nasıl hareket ettiğimize kadar fikir beyan etme cüretindeki erkek devlet, Dilek Doğan, Günay Özarslan gibi örneklerle, istediğinde evde cinayet işleyebileceğinin altını çizerken bir de Hitler döneminde olduğu gibi kadınlara salık veriyor “doğum yapmak vatan hizmetidir” diye. En az üç çocuk, en az üç “milli birlik ve bütünlüğe bağlı” çocuk, en az üç şehit, en az üç “makbul” çocuk istiyor!
Kadınlar olarak başkaldırmak, devletin, hükümetin politikalarına, “sarayın” savaşına hayır demek, “rızamız yok” demek için o kadar çok sebebimiz var ki! Savaş, kan, ölüme karşı; barış, direniş, yaşam diyoruz.
Yol boyunca konuştuklarımız farklı değildi. Güçlü bir motivasyon vardı. Kadın eylemlerinde hep hissedilen o bir olmanın verdiği güç. Birkaç hafta önce Kadıköy sokaklarında barış bildirisi dağıtıyorduk, son zamanlarda en çok taciz edildiğimiz dağıtımdı sanırım. Barış isteyenler olarak ne teröristliğimiz kaldı o dağıtımda, ne katilliğimiz. Erkekliklerinin bir gereği olarak her tartışmada eril küfürler de vazgeçilmez elbette. “Barış”a neden karşı çıkıyorsun sorusuna “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diyordu, “Tamam işte kimse ölmesin diyoruz zaten” dediğimizde de “Yooo yo siz ülkeyi bölmek istiyorsunuz” deyip basıyordu küfrü heyhat. İşte kutuplaşmanın böylesine derin, birbirini dinlemenin böylesine zor olduğu zamanda, “barış gelsin” diyen canlarla bir olmak, direnişe doğru yol almak, “elinden geleni” yapabilmek hepimize güç veriyordu. Yol boyunca her ilden yaşanan olmaz olmaz GBT’ler ise enerjimize hiç etki etmiyordu.
Amed’de 2 saatlik açıklama ve nöbetin, İHD, belediye ziyaretlerinin ardından foruma geçtik. Tıklım tıklımdı salon. Çıkan her konuşmacı kadın adeta manifesto dillendiriyordu. Ve bölgeden söz alan her kadın arkadaşımızın sözü, altı çizilesi: “Bu savaş Türk-Kürt halkı arasında değildir, bu savaşın sarayıdır”, “Devlet yenilmiştir”, “Biz bizi öldürmesi için bölgeye gönderilen kaymakam ve valiyi istemiyoruz. Biz tecavüzcü tacizciler tarafından yönetilmek istemiyoruz. Biz kendi temsilcilerimizle yönetilmek istiyoruz. İşte bu yüzden özyönetim”, “Hendek diye büyütülen şey var ya, o aslında çok küçük bir ayrıntıdır. Hendek dediğiniz şey bir sonuçtur”, “Eğer siz her gün gelip bir sokakta birilerini vurursanız. Taciz tecavüz ederseniz. Halk da tabi ki kendisini korumak için önlem alacaktır”, “Biz açıkçası duygusal kopuş yaşamanın eşiğindeyiz. Sesimiz duyulmuyor mu? Burada yaşanan katliamlar görülmüyor mu? Devletin saldırıları görülmüyor mu? Ama Türkiye’nin dört bir yanından sizler geldiniz, bu bize gerçekten umut oldu.”, “Terörist diyorlar. Kim terörist. Hepsi bizim evlatlarımızdır.”… ve Rozerin’in annesi çıktı kürsüye. Dimdikti! “Benim başım dik, ben bir şehit annesiyim” diyerek başladı. Rozerin’in hayallerinden bahsetti ve kızının katledildikten sonra alamadığı cenazesini istedi. Barış anneleri cenazelerini istiyorlardı… Kadınların inancı, kadınların o dik duruşu; Kürt özgürlük hareketinin nasıl güçlü olduğunun özeti gibiydi yine.
Arada ayaküstü konuştuğum barış annelerinin her biri farklı hikayelerle doluydu. O yaşlarında her biri bir dernekte bir konudan sorumluydu, eşbaşkan, adalet, özsavunma… Bir anda Mahir Çayan, Deniz Gezmiş’lerden bahsediyorduk sonra yeniden bugüne döndük. Geçtiğimiz günlerde elektrik kesintisi olmuş, kadınlar da ellerinde meşalelerle yürüyüş düzenlemişler, yürürken kolluk güçleri kadınların üzerine ateş açmış, “kendimizi nasıl bir evden içeri atabildik bilmiyorum” diyor. Söyleyecek söz bulamıyorsunuz ki anlatılan hikayeler karşısında. Sımsıkı sarılmak kalıyor sözden öteye…
Forumdan sonra, illere dağılmadan önce ses çıkarma eylemi yapalım diyoruz. Zılgıtlar, ıslıklar, düdükler, bendirin sesi… Hava gittikçe soğurken Amed’de, odunlar yakıldı, dumanlar göğe yükselirken, ellerimiz kenetli, omuz omuza, türkülerle, marşlarla durduk halaya. Sur’dan yükselirken bomba ve atış sesleri, daha da bağırarak haykırdık, “jin, jîyan, azadî”, “bijî berxwedana Surê”. Sesimizin kime gitmesini istediğimizden emin bir şekilde. Barış anneleri ateş etrafında toplanmış sabaha dek sürecek olan barış nöbetini türkülerle ısıtıyordu.
Ve geri döndük… “Sesimizi duyurun!” diyen kız kardeşlerimizi geride bırakmanın hüznü, ama direnişe olan, kadınlar var olduğu sürece özgürlük hareketinin yükseleceğine olan inancımızla ve onlara seslerini duyurabilmek ve bu savaşı bitirebilmek için elimizden geleni yapacağımız sözünün yükünü sırtımıza alarak döndük…
Ve geri döndüğüm “soylulaşmakta olan” sokaklarda yürürken aklımda sürekli, forumda söz alan kadın arkadaşlardan birinin son sözleri vardı: “Yenileceksiniz, yenileceksiniz, yenileceksiniz”… (ÖÇ/ÇT)
(Döndüğümüzden bir gün sonra devlet Cizre’de direnişçileri, yanlarındaki insanları katletti. Günlerdir bir bodrum katında olan insanlık öldürüldü. Gün be gün takip ettik ve gözlerimizin önünde öldürülürken herkes, soruyoruz sıra kimde, hangimizde? Ve hendekler, semtler yangın yeriyken ‘güvenli siyaset’lerimiz katliamları dahası duygusal kopuşu engelleyebilecek mi?)